ANAYASA HUKUKU ARAŞTIRMALARI DERNEĞİNİN CUMHURBAŞKANININ İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’NE İLİŞKİN KARARI HAKKINDAKİ MÜTALAASI

ANAYASA HUKUKU ARAŞTIRMALARI DERNEĞİNİN

CUMHURBAŞKANININ İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’NE İLİŞKİN KARARI HAKKINDAKİ MÜTALAASI[1]

23 Haziran 2022

20 Mart 2021 günü Resmi Gazete’de yayımlanan 3718 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı’nda “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”nin (“İstanbul Sözleşmesi”) Türkiye Cumhuriyeti bakımından “feshedilmesine” 9 numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 3. maddesi gereğince karar verildiği belirtilmektedir.

Söz konusu kararda, anayasa hukukuna ilişkin teknik hukuki sorunlar yer almasının ötesinde, bu kararın insan hakları hukukuyla, Türkiye’nin de oluşumuna katkıda bulunduğu kadınların şiddete karşı korunması ve toplumsal cinsiyet eşitliğine ilişkin uluslararası ortak kabullerle bağdaşması mümkün değildir.

Bu karar hukuk alanında iki düzeyde kopuşa işaret etmektedir:

  1. 2001 yılından bugüne değin özgürlüklerin, devlet ve üçüncü kişilerden gelebilecek ihlallere karşı korunmasını ve geliştirilmesini sağlayan anayasal birikimlerden kopuştur.
  2. Türkiye’nin de kurucu üyelerinden olduğu Avrupa Konseyi’nin ve üyesi olduğu diğer uluslararası kuruluşların insan hakları belgelerinde ortaya konan ortak değerler sisteminden kopuştur.

Bu çerçevede Cumhurbaşkanı kararı;

1- Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nden taraf olunmaktan vazgeçilmesi ve bu çekilme iradesinin basında yer alan haberlere göre, ayrımcılık yasağını ihlal eden bir açıklamayla gerekçelendirilmesi, bir bütün olarak, insan haklarının korunması ve geliştirilmesi konusunda 1982 Anayasası hükümlerini, bugüne kadarki anayasal kazanımları ve bağlayıcı olan uluslararası hukuk kurallarını tartışmaya açmak anlamına gelmektedir.

Cumhurbaşkanı kararı ile taraf olmaktan vazgeçilme iradesi gösterilen İstanbul Sözleşmesi, kadına karşı şiddeti bir insan hakları ihlali ve ayrımcılık olarak tanımlamaktadır. İlgili Sözleşme fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar ve acı verilmesi sonucunu doğuracak toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet türlerine karşı taraf devletlere pozitif yükümlülükler yüklemektedir (Md.3). Bu Sözleşme’nin koruduğu kişiler cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsüne bakılmaksızın öncelikle kadınlar ve ardından ev içi şiddetin tüm mağdurlarıdır (Md. 4).

Sözleşme’nin devletlere yüklediği yükümlülükler arasında; kadınlara karşı şiddeti ve ayrımcılığın her türünü kınama, şiddet olaylarını önleme, soruşturma ve cezalandırma yükümlülüğü dahil kapsamlı politikalar üretme ve bu politikaları hem kamusal hem özel alanda uygulama sorumluluğu bulunmaktadır (Md. 4, Md. 5).

İlgili cumhurbaşkanı kararı, Türkiye Cumhuriyeti devletinin, kadınları ve ev içi şiddetin tüm mağdurlarını etkili biçimde korumak istemediğini, ağır insan hakları ihlali oluşturan şiddet fiillerini kınama, soruşturma ve cezalandırma yükümlülüğünü, üyesi olduğu Avrupa Konseyi’nin demokratik standartları uyarınca yerine getirmeyeceğini ortaya koyan bir irade beyanıdır.

Usulüne uygun olarak yürürlüğe konularak, iç hukukumuzun parçası haline gelmiş olan bu sözleşme, Türkiye kadın hareketinin mücadelesi sonucunda kabul edilmiş hukuki kazanımlardan bir tanesidir. Sözleşme, yürürlüğe girdiği tarihten bu yana, dinamik anayasa anlayışının yansıması olarak; Anayasa’da korunan hak ve hürriyetlerin ilerletilmesinde, Anayasa’nın yaşayan bir belge haline gelmesinde önemli katkıda bulunmuştur.  Anayasa Mahkemesi kararlarında[2]doğrudan ya da dolaylı dönüştürücü etkisi olmuştur.

Anayasa’da korunan insan onuruna yaraşır yaşam hakkı, maddi ve manevi varlığı geliştirme hakkı, özel yaşam ve aile yaşamına saygı, yargılama süreçlerinin toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarlı hale getirilmesi ve adil yargılanma hakkı, çocukların her türlü şiddet ve istismara karşı korunması ile eşitlik ilkesi ve ayrımcılık yasağının uluslararası insan hakları hukuku ilkelerine göre hayata geçirilmesi bakımından standart belirleyici bir belge olmuştur. Kadına karşı her türlü şiddetin önlenmesi bağlamında gördüğü işlev, aynı zamanda Anayasa’nın 5. maddesinde yer alan pozitif yükümlülüklerin, diğer bir deyişle devletin özgürleştirme yükümlülüğünün yerine getirilmesinde ve şiddetten ari bir şekilde yaşama hakkının sağlanmasında yardımcı olmuştur.  Bu nedenle İstanbul Sözleşmesi’nden taraf olmaktan çıkmak istemek, aynı zamanda anayasal kazanımları ve nihayet anayasanın üstünlüğünü de yok saymak anlamına gelmektedir.

Cumhurbaşkanı’nın aldığı söz konusu karar, yalnızca yürütme yetkisini kullanmak kapsamında değerlendirilemeyecek sonuçlar yaratma potansiyeline sahiptir. Bu karar, hukuki olmaktan çok, anayasal hak ve özgürlükleri ve eşit vatandaşlığı hedef alan siyasi bir tutumu ifade etmektedir. Çekilme kararının üstünden 24 saat geçmeden Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasına ilişkin yapmış olduğu basın açıklamasında gerekçe olarak “eşcinselliğin normalleştirilmesini” göstermesi, bizatihi İstanbul Sözleşmesi’nin de dahil olduğu uluslararası insan hakları belgelerinin (özellikle taraf olduğumuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve BM Medeni ve Siyasi Haklara Dair Sözleşme ile BM Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesine Dair Sözleşme-CEDAW) mücadele etmeyi amaçladığı nefret söyleminin bir örneğini oluşturmaktadır. CEDAW Komitesi’nin 35 No’lu Genel Yorumu (2017) uyarınca toplumsal cinsiyete dayalı şiddeti ve ayrımcılığı önlemek, uygar her devletin saygı göstermesi gereken bir milletlerarası örf ve âdet kuralıdır. Belirtilen gerekçe insan hakları hukuku bakımından kabul edilir olmadığı gibi, şiddet mağdurlarına koruma sağlanmasına ilişkin devletin pozitif yükümlülüklerine son vermek için toplumsal önyargıların araçsallaştırılması da ayrı bir anayasa ve insan hakları hukuku ihlalini oluşturmaktadır.

2- Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nden taraf olunmaktan vazgeçilmesi ve bu çekilme iradesinin ayrımcılık yasağını ihlal eden bir açıklamayla gerekçelendirilmesi, bir bütün olarak, insan haklarının korunması ve geliştirilmesine yönelik siyasal irade yokluğunu gözler önüne sermekte, bu konudaki ulusal ve uluslararası yükümlülükleri yerine getirmemek ve denetimden kaçmak anlamına gelmektedir.

2 Mart 2021 tarihinde Cumhurbaşkanı tarafından açıklanan Yeni Bir İnsan Hakları Eylem Planı’nda “Aile İçi Şiddet ve Kadına Karşı Şiddetle Mücadelenin Etkinliğinin Arttırılması”nın özel bir hedef olarak belirtilmesinin üzerinden henüz 20 gün dahi geçmeden Cumhurbaşkanı tarafından İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı verilmiş olması insan hakları konusunda siyasal iradenin tutarsız ve çelişkili yaklaşımını ortaya çıkarmaktadır[3]. Gerek çekilme kararı, gerekse buna ilişkin açıklama ile ortaya çıkan durum, ayrımcı ve siyasi bir gerekçeye dayanarak kadının şiddete karşı korunmasını güçlendiren sözleşmeden vazgeçilmesidir. Toplumsal cinsiyet eşitliği ile bağdaşmayan bir bakışın, kadınların karşı karşıya olduğu toplumsal sorunlara çözüm üretebileceğini iddia etmesi, konuyla ilgili başka bir çelişkili durumu ve kadına yönelik şiddetin önlenmesine ilişkin iradedeki tutarsızlığı ortaya çıkarmaktadır. Hatırlatmak gerekir ki, aynı zamanda bir ayrımcılık biçimi olan şiddet pratiklerinin, bu şekilde ayrımcı bir zihniyetle, iddia edildiği gibi sıfır toleransla çözülmesi mümkün değildir.

9 Mart 2021 tarihinde 1280 sayılı kararla “Kadına Yönelik Şiddetin Sebeplerinin Tüm Yönleriyle Araştırılarak Alınması Gereken Tedbirlerin Belirlenmesi Amacıyla” Meclis Araştırması Komisyonu kurulmuştur. Kadına yönelik şiddet konusunda daha önceki dönemlerde de Meclis araştırma komisyonlarının kurulmuş olması yasama organının bu konudaki siyasal denetim yetkisini canlı tuttuğunu göstermektedir [3] [4].Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Sözleşme’nin 70. maddesine göre TBMM’nin Sözleşme’nin uygulanmasının izlenmesinde bütünleyici bir rolü bulunmaktadır. Bu çerçevede çekilme kararı, yasama organının şiddetin önlenmesine yönelik tedbirleri denetim iradesi ve yetkisiyle bağdaşmamaktadır. Bu karar aynı zamanda TBMM’nin görevini yerine getirmesinin engellenmesi anlamına gelmektedir.

İstanbul Sözleşmesi’yle kadınlara yönelik şiddetle ve ev içi şiddetle mücadele konusunda Sözleşme’nin uygulanmasını izleyecek uzmanlar grubu (GREVIO) oluşturulmuştur.  Bu uzmanların hazırladıkları ulusal raporların ilgili devletlerin yasama organlarına sunulması gerekmektedir. GREVIO, Türkiye hakkındaki raporunu 2018 yılının Ekim ayında yayınlamıştır. GREVIO’nun Türkiye raporunda aciliyeti konusunda vurgu yapılan hususlar arasında iç hukukta şiddete karşı etkili bir tutum gösterilmesi ve mağdurların şiddete yönelik verilen kurumsal cevaba güveninin sağlanması yer almaktadır. Raporda, şiddet biçimleri olan zorla evlendirme, ısrarlı takip gibi hususların kanuni düzenlemelerle önlenmesi, 15-18 yaş kız çocuklarına yönelik şiddete etkili çözüm bulunması salık verilmektedir.

Yürütme organınca bu raporun ivedi şekilde TBMM’ye sunulması gerekirken, Sözleşme’den çekilme kararı verilmesi hem ulusal parlamenter denetimden, hem de uluslararası hukuk denetiminden kaçmaya çalışmak anlamına gelmektedir. Çekilme kararıyla bu yükümlülükler ve bu yükümlülüklerden doğan sorumluluk yok sayılmaktadır. Ancak böyle bir sorumluluktan kaçılması mümkün değildir. Bunu sağlamaya yönelik alınan ilgili karar, yürütme organının yetkisini anayasaya ve kanunlara uygun olarak yerine getirmemesinden kaynaklanan sorumluluğunu gündeme getirebilecek niteliktedir.

3- Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nden çekilmeye ilişkin cumhurbaşkanı kararı usul yönünden anayasal temelden yoksundur.

Sözleşme’den çekilme hususunda izlenen yol usulî açıdan da anayasaya aykırılıklar içermektedir. 6251 sayılı kanun ile onaylanması uygun bulunarak 2012/2816 sayı ve 10.02.2012 tarihli Bakanlar Kurulu kararının 8 Mart 2012 tarihli Resmi Gazetede yayınlanmasıyla yürürlüğe girmiş, temel hak ve özgürlüklere ilişkin kanun hükmünde bir milletlerarası andlaşma olan “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Sözleşme”den çekilme işlemi, TBMM’nin çıkardığı bir kanun yerine usulde ve yetkide paralellik ilkesi gözetilmeksizin, yürütmenin tek taraflı bir işlemi olan Cumhurbaşkanı kararı ile gerçekleşmiştir.

Anayasa’da düzenlenen milletlerarası andlaşmalar rejimi, yasama organı ile yürütmenin (eskiden Bakanlar Kurulu, şimdi ise yalnızca cumhurbaşkanı) arasında paylaşılan iç içe geçmiş bir yetkidir. Özellikle bir sözleşmenin yürürlüğe girmesinin TBMM’nin onaylamanın uygun bulunmasını bir kanunla kabul etmesine bağlı olduğu hallerde bu evleviyetle geçerlidir. Cumhurbaşkanının tek taraflı çekilme iradesi, TBMM’nin andlaşmaya taraf olma iradesini ortadan kaldırmakta, yok saymaktadır. “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Sözleşme”nin TBMM’ye yüklediği esasa ilişkin yükümlülükler saklı kalmak kaydıyla, bu tek taraflı yürütme işlemi Anayasanın öngördüğü uluslararası andlaşmalara ilişkin usulî düzenlemeleri açıkça ihlal etmektedir.

Anayasa’nın 90. maddesi uyarınca, hakkında anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi’ne dahi başvurulamayan kanun hükmünde bir işlemin, Cumhurbaşkanı kararı ile kaldırılması bir hukuk garabetidir. Bu işleme dayanak olarak gösterilen 9 Numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 3. maddesi ise anayasaya aykırı bir düzenlemedir. Anayasa’nın Cumhurbaşkanlığı kararnamelerine ilişkin 104. maddesinin 17. fıkrası Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile sadece yürütme alanına ilişkin bir düzenleme yapılabileceğini öngörmekte ve kararnamelerle temel hak ve özgürlüklere ilişkin bir düzenleme yapılmasını yasaklamaktadır.  Buna karşın ilgili kararname, temel hak ve özgürlüklere ilişkin münhasıran kanunla düzenlenmesi gereken bir konuyu içeren milletlerarası andlaşmaların dahi Türkiye Cumhuriyeti açısından sona erdirilmesi hususunu Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlemiş ve bu kararname “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Sözleşme”den Türkiye Cumhuriyeti devletinin çekilmesine dayanak oluşturmuştur. Dolayısıyla 3718 sayılı Karar ve onun dayanağı olarak gösterilen 9 Numaralı Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin 3. maddesi usulî açıdan da Anayasa’nın 90. ve 104. maddelerine aykırılık oluşturmaktadır.

Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun yürütmeyi durdurma talebinin reddine ilişkin vermiş olduğu kararda belirtilen “milletlerarası andlaşmaların kanun hükmünde olduğu yönündeki düzenleme, usulüne göre yürürlüğe konulan milletlerarası andlaşmaları sadece “işlevsel anlamda” yasa gücüne kavuşturmakta, bunun dışında milletlerarası andlaşmaları “organik anlamda” yasama işlemi haline getirmemektedir” görüşü, Türk hukukunda mevcut olmayan bir “işlevsel anlamda kanun” kavramı yaratmaktadır. Türk hukukunda Anayasa Mahkemesi kararları da esas alınarak sadece “organik” ve “maddi” anlamda kanun ayrımı yapılmaktadır. Milletlerarası andlaşmaların anayasaya göre kanun hükmünde olmasının anlamı ise, “organik” anlamda TBMM tarafından yapılmamış olmasına karşın, andlaşmaların Türk hukukunda “maddi” anlamda kanun normu etkisi yaratmasını, diğer iç hukuk normlarını bazı hallerde “zımnen ilga” etmesini, bazı hallerde ise sadece uygulama önceliğine sahip olmasını ifade etmektedir. Dolayısıyla Türk hukukunda mevcut olmayan “işlevsel anlamda” kanun kavramıyla mevcut hukuki itirazların yanıtlanmasının hukuken bir geçerliliği yoktur.

Bununla birlikte insan haklarına ilişkin anayasal kazanımların, Anayasa’nın yasama organına tanıdığı düzenleme yetkisinin çerçevesini oluşturduğunu; bu kazanımları ortadan kaldıran, hak ve özgürlükleri güvencesiz hale getiren bir kanun düzenlemesinin de anayasaya aykırı olacağının altını çizmek gerekmektedir. Yasama yetkisi de bu bağlamda sınırsız değildir.

Sonuç olarak:

Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği üyeleri olarak, yukarıda belirtilen hususlar çerçevesinde 3718 sayılı kararın bir an önce kaldırılmasının, insan hakları alanındaki ve kadına yönelik şiddetle mücadeledeki devamlılığı sağlayacak, anayasa ve insan hakları hukukunun üstünlüğüne uygun bir çözüm olacağını belirtiriz.

Bundan sonra, Sözleşme’nin ve onu somutlaştıran 6284 sayılı Kanununun koruması altında olan öznelere yönelik tüm şiddet eylemleri ile 3718 sayılı karar arasındaki nedensellik bağı kurulmuş sayılmalıdır. Bu da şüphesiz şiddetin önlenmesine ilişkin Anayasa’nın özellikle 5. maddesinden doğan devletin pozitif yükümlülüklerinin ihlal edildiğinin haklı gerekçesini oluşturacaktır.

Şiddeti ve ayrımcılığı körüklemek ve toplumsal kutuplaşmadan siyasal meşruiyet kazanmaya çalışmak, demokratik bir hukuk devletinde kabul görmeyecek bir tutumdur. Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği olarak, toplumsal cinsiyet eşitliğine inanıyor ve şiddet ve ayrımcılığın anayasal eşit vatandaşlık ilkesinin önündeki en büyük engel olduğunu düşünüyoruz. Anayasal özgürlükleri ihlal eden bu kararın ve bundan sonraki sürecin her zaman takipçisi olacağımızı saygılarımızla kamuoyuna bildiririz.

 

(Unvan ve soyadı sırasına göre)

Prof. Dr. Selda Çağlar

Prof. Dr. Ece Göztepe

Prof. Dr. Sibel İnceoğlu

Prof. Dr. Bertil Emrah Oder

Prof. Dr. Şule Özsoy Boyunsuz

Prof. Dr. Sultan Uzeltürk

Prof. Dr. Sevtap Yokuş

Doç. Dr. Özen Ülgen Adadağ

Doç. Dr. Nihan Yancı

Doç. Dr. Didem Yılmaz

Dr. Öğr. Üyesi Gözde Atasayan

Dr. Öğr. Üyesi İrem Berksoy

Dr. Öğr. Üyesi Özge Çelebi

Dr. Öğr. Üyesi Evra Çetin

Dr. Öğr. Üyesi Pınar Dikmen

Dr. Öğr. Üyesi Tijen Dündar Sezer

Dr. Öğr. Üyesi Bezar Eylem Ekinci

Dr. Öğr. Üyesi Zülfiye Yılmaz

Dr. Neval Oğan Balkız

Av. Arzu Becerik

Av. Nurhan Demirhan

Arş. Gör. Göksu Işık

 

 

[1] Bu metin, Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği tarafından hazırlanıp 23 Mart 2021 tarihinde internet sitesinde yayınlanan açıklamanın güncellenmiş halidir (http://anayasader.org/category/basin/).

[2] Örn. Z.A Başvurusu (2015/6302); E.2015/68; E. 2019/2.

[3] Cumhurbaşkanına bağlı olan İçişleri Bakanlığı’nın 4 Kasım 2020 tarihindeki aile içi ve kadına yönelik şiddetle mücadelenin kararlılıkla devam ettiğine ilişkin açıklaması, yürütme organı içindeki bir diğer çelişkili durumu göstermektedir. Bir yandan İçişleri Bakanlığı aracılığıyla aile içi ve kadına yönelik şiddetle mücadele devam ettirildiği belirtilirken, diğer yandan bu konudaki mücadeleyi destekleyen İstanbul Sözleşmesi’nin Cumhurbaşkanı’nca çekilme işleminin gerçekleştirilmesini anlamak mümkün değildir.

[4] Diğer dönemlerde kurulan araştırma komisyonları: 24. Yasama döneminin 5. yasama yılında 25 Kasım 2014 tarihinde 1077 sayılı kararla Kadına Yönelik Şiddetin Sebeplerinin Araştırılarak alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi; 22. Dönemin 3. yasama yılında 18 Mayıs 2005 tarihinde 849 sayılı kararla Töre ve Namus Cinayetleri ile Kadınlara ve Çocuklara Yönelik Şiddetin Sebeplerinin Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi; 20. yasama döneminin 3. yasama yılında 10 Mart 1998 tarihinde 535 sayılı kararla Kadının Statüsünün Araştırılarak Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesinin Yaşama Geçirilmesi İçin Alınması Gereken Tedbirleri Tespit Etmek Amacıyla Meclis Araştırması Komisyonu kurulmuştur.

Cumhuriyetin 98. Yılı Kutlaması

Amacı, “Anayasa Hukuku öğreti ve uygulamalarını izlemek, Anayasa Hukukunun ulusal ve uluslararası alanlardaki gelişimini incelemek, anayasal gelişmelere yönelik olarak Türkiye’nin bilimsel bilgi birikimine ve Anayasa Hukuku bilimine ve uygulamasına katkılarda bulunmak” olan Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği, Cumhuriyetimizin 98. kuruluş yılını, nitelikleri Anayasa madde 2’de belirtilen  kural, ilke ve değerler ışığında  kutlar, bu doğrultudaki çalışmalarını sürdürme kararlılığını Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları ile paylaşır.

STATEMENT FROM THE ASSOCIATION OF RESEARCH ON CONSTITUTIONAL LAW (ARCL) ON THE PRESIDENTIAL DECISION ON THE ISTANBUL CONVENTION

STATEMENT FROM THE ASSOCIATION OF RESEARCH ON CONSTITUTIONAL LAW (ARCL)

ON THE PRESIDENTIAL DECISION ON THE ISTANBUL CONVENTION

 

On 20 March 2021, the President of Republic of Turkey announced Turkey’s withdrawal from  “The Council of Europe Convention on Preventing and Combating Violence Against Women and Domestic Violence” (the Istanbul Convention) with a presidential decision.[1] The relevant presidential decision invoked a previously enacted presidential decree that enabled the President, among others, to “terminate” the international agreements.[2] Leaving aside the significant formal legal issues at the outset, this decision is in no way compatible with the internationally agreed principles on human rights law, protection of women against violence, and gender equality-to which Turkey has contributed during their formation.

This decision marks a clear departure from an established legal framework on two levels:

  1. This is a departure from the constitutional achievements protecting individuals by developing their rights and freedoms against violations by the state and third parties since 2001.
  2. This is a departure from the common values system set out in the human rights treaties of the Council of Europe, of which Turkey was among the founding states, and other international organisations of which it is a member.

 

Within this framework, we take note of the following regarding the presidential decision:

 

1.The termination of the Istanbul Convention and the ensuing attempt of official justification, which alone, is a violation of the prohibition of discrimination, undermines the validity of the provisions of the Constitution, the constitutional achievements and international law for the protection and improvement of human rights. 

The Istanbul Convention, which the presidential decision intends to terminate, defines violence against women as a violation of human rights and discrimination. This Convention imposes positive obligations on states regarding “all acts of gender-based violence that result in, or are likely to result in, physical, sexual, psychological or economic harm or suffering to women, including threats of such acts, coercion or arbitrary deprivation of liberty, whether occurring in public or in private life.” (Articles 3 and 5)

This Convention protects the rights of the victims, without discrimination on any grounds such as sex, gender, race, colour, language, religion, political or other opinions, national or social origin, association with a national minority, property, birth, sexual orientation, gender identity, age, state of health, disability, marital status, migrant or refugee status, or other status. The Convention specifically underlines the duty of the states to prevent domestic violence, particularly against women.

It is emphatically stated among the obligations imposed by the Convention that  the states are under the responsibility to develop comprehensive policies, including the obligation to condemn violence and all forms of discrimination against women, to prevent, investigate and punish violence, and to implement these policies in both public and private spheres. (Art.4, Art.5)

The relevant presidential decision reveals a statement of political will demonstrating that the Turkish government does not want to protect the women and the victims of domestic violence in general; and that it will not fulfill the obligation to condemn, investigate and punish violent acts that constitute serious human rights violations in accordance with the democratic standards of the Council of Europe, of which it is a member.

This convention, which has been duly put into effect and has become part of domestic law, is one of the legal achievements attained as a result of the struggles of Turkey’s women’s movement. Since its entry into force, the Convention has contributed significantly to the advancement of the rights and freedoms protected in the Constitution, making the Constitution a living document as an example of the conception of a dynamic constitution. It has both indirect and direct transformative impact on the decisions of the Constitutional Court. [3] This Convention has also become a standard-setting document by putting into effect constitutional rights and principles in line with the international human rights law such as the right to life compatible with human dignity, right to bodily and spiritual integrity, right to privacy, right to fair trial including a judicial process conscious of gender equality, protection of children against all forms of violence and abuse; and right to equality and prohibition of discrimination,

The Convention’s contribution to the prevention of all kinds of violence against women has also helped to fulfill the positive obligations contained in Article 5 of the Constitution, i.e. the state’s obligation to liberate and ensure the right to live free from violence. Therefore, the intention to withdraw from the Istanbul Convention means ignoring the constitutional achievements – and ultimately – the supremacy of the Constitution.

This presidential decision will likely create results that will trespass onto the scope of the “matters regarding the executive power.” Rather than being a legal document, this decision is an expression of a political intervention that condescends to constitutional rights and freedoms and citizenship based on equality. Indeed, within less than 24 hours following the withdrawal decision, the President’s Directorate of Communications issued a press statement presenting the “normalisation of homosexuality” as the justification of withdrawal. Needless to say, this justification alone is an example of hate speech against which many international treaties, such as the Istanbul Convention, ECHR, ICCPR, and CEDAW aim to struggle.

CEDAW Committee’s General Recommendation No. 35 (2017) recognised that the prohibition of gender-based violence has become a norm of international customary law, that every civilised state should respect. The above-mentioned official justification is not acceptable in terms of human rights law, and it is an abuse of social prejudices by the state in order to avoid its positive obligations to provide protection to victims of violence. This alone, constitutes a separate constitutional and human rights law violation.

2-. The termination of the Istanbul Convention and the relevant justification reveals the lack of political will to protect and improve human rights in general; and state’s violation of its national and international duties and sidestepping the necessary mechanisms of national and international governance.

It is quite astonishing to witness the government’s inconsistent and contradictory attitude to human rights, by terminating the Istanbul Convention barely 20 days after the announcement of its New Human Rights Action Plan on 2 March 2021 which, among other points, specified “Increasing the Effectiveness of Combating Domestic Violence and Violence Against Women” as a specific goal. Both the termination decision and the ensuing justification statement is in contradiction with the universal values concerning human rights. Such political stances, which are at odds with gender equality, are far from developing viable solutions for social problems faced by women. It is noteworthy to mention that the incumbent government’s long-standing catchphrase “zero tolerance” for combatting violence is now perceived to be useless  in view of its discriminatory stance.

On 9 March 2021, the Grand National Assembly of Turkey (GNAT) established a Parliamentary Investigation Committee to “Investigate All Aspects of the Causes of Violence Against Women and to Determine the Measures to be Taken” (Decision No. 1280). The fact that parliamentary investigation committees on violence against women had been established in previous periods, demonstrates the active use of parliamentray oversight regarding the issue. According to Article 70 of the Istanbul Convention, the GNAT has a complementary role in the implementation and monitoring of the Convention. In this framework, the Presidential decision on termination is incompatible with the powers of the legislation. This decision also means that the GNAT is barred from fulfilling its duty.

The Istanbul Convention prescribes an independent expert body founded by the contracting states responsible for monitoring the implementation (GREVIO). The national reports prepared by these experts should be submitted to the legislative bodies of the relevant states. GREVIO published its report on Turkey in October 2018. Among the urgent issues highlighted in relation to the institutional responses against violence were effective measures to be taken in domestic law against violence and the need to build victims’ trust. The report points out to the need of legal framework to prevent crucial issues of violence such as forced marriage and stalking. The finding of an effective solution to violence against girls aged 15-18 was also recommended.

While this report should be submitted by the executive to the Parliament immediately, the decision to terminate the Convention means trying to  avoid both national parliamentary oversight and international monitoring. With the presidential decision, these obligations and the responsibility arising from them are ignored. However, it is not possible to neglect such a responsibility. This decision may well generate the responsibility of the executive arising from its failure to use its competences in accordance with the Constitution and laws.

 

3- The Presidential Decision on the Termination of the Istanbul Convention is Unconstitutional in Procedural Terms.

By virtue of Article 90 (1) of the Constitution, international agreements are subject to adoption by the GNAT by a law approving the ratification. The GNAT adopted the Convention by the Law No. 6251 which concerns fundamental rights and freedoms. Despite this backdrop, the Convention was terminated by a presidential decision disregarding the principle of parallelism that requires procedural coherency for enactment and withdrawal. It is a legal disgrace to terminate an act by a mere presidential decision which is legally enforced and against which appeal to the Constitutional Court is explicitly prohibited by Article 90 of the Constitution. Moreover, Article 3 of the Presidential Decree No. 9 on the termination of international agreements that was adopted shortly after the adoption of presidential system in 2017 is unconstitutional. This decree served as a legal basis for the presidential decision terminating the Istanbul Convention. The Constitution stipulates that presidential decrees may only be issued on matters pertaining to the executive power, and that fundamental rights and freedoms, which should be regulated exclusively by laws, may not be the subject of these decrees (article 104). However, the aforementioned presidential decree stipulated that international agreements, including those pertaining to fundamental rights and freedoms which should be regulated by laws, may be terminated by a presidential decision. Consequently, both the presidential decision terminating the Istanbul Convention and Article 3 of the Presidential Decree No. 9 are unconstitutional in terms of Articles 90 and 104 of the Constitution. On the other hand, the constitutional achievements regarding human rights constitute the framework of the regulatory power granted to the legislature by the Constitution. It should be highlighted that a law that reverses these achivements and renders rights and freedoms insecure will also be against the Constitution. Legislative power is not unlimited in this context.

Conclusion

Within the framework of the above-mentioned issues, the Association of Research on Constitutional Law (ARCL) calls for the immediate repeal of the Presidential Decision No. 3718 as a legal solution which will ensure the ongoing struggle against violence against women and for  the human rights and; and be in accordance with the supremacy of constitutional and human rights law.

In the absence of a political will in this regard, it is possible to make recourse to judicial remedies against the Presidential Decision No. 3718, which violates fundamental legal norms and principles including Turkey’s international and national obligations.

 

As per the Law on Council of State No. 2575 everyone deprived of protection against violence against women and domestic violence as provided by the Convention has the legal standing to bring action against this Presidential Decision before the Council of State. This particularly applies to the 42 million women living in the Republic of Turkey.

 

Also, the causality between all acts of violence against individuals under the protection of the Convention and Law No. 6284; and the Presidential Decision No. 3718 should be deemed established. This will undoubtedly justify the allegations of the state’s violation of positive obligations arising from Article 5 of the Constitution on duties of the state regarding the prevention of violence.

 

Inciting violence and discrimination in an attempt to harness political legitimacy from social polarisation is deplorable in a democratic constitutional state. As the Association of Research on Constitution Law, we express our strong commitment to gender equality and assert that violence and discrimination are the biggest obstacles against the full realisation of the constitutional principle of an equal citizenry. We respectfully declare to the public and international community that we will always monitor this unconstitutional decision and its aftermath.

 

 

[1] The Presidential Decision No. 3718, published in the Official Gazette on March 20, 2021

[2] The Presidential Decree No. 9, published in the Official Gazette on July 15, 2018.

[3] See Decision  Z.A  (2015/6302); E.2015/68; E. 2019/2.

ANAYASA HUKUKU ARAŞTIRMALARI DERNEĞİNİN CUMHURBAŞKANININ İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’NE İLİŞKİN KARARI HAKKINDAKİ AÇIKLAMASI

ANAYASA HUKUKU ARAŞTIRMALARI DERNEĞİNİN

CUMHURBAŞKANININ İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’NE İLİŞKİN

KARARI HAKKINDAKİ AÇIKLAMASI

 

20 Mart 2021 günü Resmi Gazete’de yayımlanan 3718 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı’nda “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”nin (“İstanbul Sözleşmesi”) Türkiye Cumhuriyeti bakımından feshedilmesine 9 numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 3. maddesi gereğince karar verildiği belirtilmektedir. Söz konusu kararda, anayasa hukukuna ilişkin teknik hukuki sorunlar yer almasının ötesinde; bu kararın insan hakları hukukuyla, Türkiye’nin de oluşuma katkı sunduğu kadınların şiddete karşı korunması ve toplumsal cinsiyet eşitliğine ilişkin uluslararası ortak kabullerle bağdaşması mümkün değildir.

Bu karar hukuk alanında iki düzeyde kopuşa işaret etmektedir:

  1. 2001 yılından bugüne değin özgürlüklerin, devlet ve üçüncü kişilerden gelebilecek ihlallere karşı korunmasını ve geliştirilmesini sağlayan anayasal birikimlerden kopuştur.
  2. Türkiye’nin de kurucusu olduğu Avrupa Konseyi’nin ve üyesi olduğu diğer uluslararası kuruluşların insan hakları belgelerinde ortaya konan ortak değerler sisteminden kopuştur.

Bu çerçevede Cumhurbaşkanı kararı;

1- Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nin feshi ve bu fesih iradesinin ayrımcılık yasağını ihlal eden bir açıklamayla gerekçelendirilmesi, bir bütün olarak, insan haklarının korunması ve geliştirilmesi konusunda 1982 Anayasası hükümlerini, bugüne kadarki anayasal kazanımları ve bağlayıcı olan uluslararası hukuk kurallarını tartışmaya açmak anlamına gelmektedir.

Cumhurbaşkanı kararı ile feshedilmek istenen İstanbul Sözleşmesi, kadına karşı şiddeti bir insan hakları ihlali ve ayrımcılık olarak tanımlamaktadır. İlgili Sözleşme fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar ve acı verilmesi sonucunu doğuracak toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet türlerine karşı taraf devletlere pozitif yükümlülükler yüklemektedir (Md.3). Bu Sözleşme’nin koruduğu kişiler cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsüne bakılmaksızın öncelikle kadınlar ve ardından ev içi şiddetin tüm mağdurlarıdır (Md.4).

Sözleşme’nin devletlere yüklediği yükümlülükler arasında; kadınlara karşı şiddeti ve ayrımcılığın her türünü kınama, şiddet olaylarını önleme, soruşturma ve cezalandırma yükümlülüğü dahil kapsamlı politikalar üretme ve bu politikaları hem kamusal hem özel alanda uygulama sorumluluğu bulunmaktadır (Md.4, Md.5)

İlgili karar, Türkiye Cumhuriyeti devletinin, kadınları ve ev içi şiddetin tüm mağdurlarını etkili biçimde korumak istemediğini, ağır insan hakları ihlali oluşturan şiddet fiillerini kınama, soruşturma ve cezalandırma yükümlülüğünü, üyesi olduğu Avrupa Konseyi’nin demokratik standartları uyarınca yerine getirmeyeceğini ortaya koyan bir irade beyanıdır.

Usulüne uygun olarak yürürlüğe konularak, iç hukukumuzun parçası haline gelmiş olan bu sözleşme, Türkiye kadın hareketinin mücadelesi sonucunda kabul edilmiş hukuki kazanımlardan bir tanesidir. Sözleşme, yürürlüğe girdiği tarihten bu yana, dinamik anayasa anlayışının yansıması olarak; Anayasa’da korunan hak ve hürriyetlerin ilerletilmesinde, Anayasa’nın yaşayan bir belge haline gelmesinde önemli katkıda bulunmuştur.  Anayasa Mahkemesi kararlarında[1] doğrudan ya da dolaylı dönüştürücü etkisi olmuştur. Anayasa’da korunan insan onuruna yaraşır yaşam hakkı, maddi ve manevi varlığı geliştirme hakkı, özel yaşam ve aile yaşamına saygı, yargılama süreçlerinin toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarlı hale getirilmesi ve adil yargılanma hakkı, çocukların her türlü şiddet ve istismara karşı korunması ile eşitlik ilkesi ve ayrımcılık yasağının uluslararası insan hakları hukuku ilkelerine göre hayata geçirilmesi bakımından standart belirleyici bir belge olmuştur. Kadına karşı her türlü şiddetin önlenmesi bağlamında gördüğü işlev, aynı zamanda Anayasa’nın 5. maddesinde yer alan pozitif yükümlülüklerin, diğer bir deyişle devletin özgürleştirme yükümlülüğünün yerine getirilmesinde  ve şiddetten ari bir şekilde yaşama hakkının sağlanmasında yardımcı olmuştur.

Bu nedenle İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmak istemek, aynı zamanda anayasal kazanımları ve nihayet anayasanın üstünlüğünü de yok saymak anlamına gelmektedir.

Cumhurbaşkanı’nın aldığı söz konusu karar, yalnızca yürütme yetkisini kullanmak kapsamında değerlendirilemeyecek sonuçlar yaratma potansiyeline sahiptir. Bu karar, hukuki olmaktan çok, anayasal hak ve özgürlükleri ve eşit vatandaşlığı hedef alan siyasi bir tutumu ifade etmektedir. Fesih kararı üzerinden 24 saat geçmeden Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasına ilişkin yapmış olduğu basın açıklamasında gerekçe olarak “eşcinselliğin normalleştirilmesini” göstermesi, bizatihi İstanbul Sözleşmesi’nin de dahil olduğu uluslararası insan hakları belgelerinin (özellikle taraf olduğumuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve BM Medeni ve Siyasi Haklara Dair Sözleşme ile BM Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesine Dair Sözleşme-CEDAW) mücadele etmeyi amaçladığı nefret söyleminin bir örneğini oluşturmaktadır. CEDAW Komitesi’nin 35 No’lu Genel Yorumu (2017) uyarınca toplumsal cinsiyete dayalı şiddeti ve ayrımcılığı önlemek, uygar her devletin saygı göstermesi gereken bir milletlerarası örf ve âdet kuralıdır. Belirtilen gerekçe insan hakları hukuku bakımından kabul edilir olmadığı gibi, şiddet mağdurlarına koruma sağlanmasına ilişkin devletin pozitif yükümlülüklerine son vermek için toplumsal önyargıların araçsallaştırılması da ayrı bir anayasa ve insan hakları hukuku ihlalini oluşturmaktadır.

2- Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nin feshi ve bu fesih iradesinin ayrımcılık yasağını ihlal eden bir açıklamayla gerekçelendirilmesi, bir bütün olarak, insan haklarının korunması ve geliştirilmesine yönelik siyasal irade yokluğunu gözler önüne sermekte, bu konudaki ulusal ve uluslararası yükümlülükleri yerine getirmemek ve denetimden kaçmak anlamına gelmektedir.

2 Mart 2021 tarihinde Cumhurbaşkanı tarafından açıklanan Yeni Bir İnsan Hakları Eylem Planı’nda “Aile İçi Şiddet ve Kadına Karşı Şiddetle Mücadelenin Etkinliğinin Arttırılması”nın özel bir hedef olarak belirtilmesinin üzerinden henüz 20 gün dahi geçmeden Cumhurbaşkanı tarafından İstanbul Sözleşmesi’nin feshine karar verilmiş olması insan hakları konusunda siyasal iradenin tutarsız ve çelişkili yaklaşımını ortaya çıkarmaktadır[2]. Gerek fesih kararı gerekse buna ilişkin açıklama ile ortaya çıkan durum, ayrımcı ve siyasi bir gerekçeye dayanarak kadının şiddete karşı korunmasını güçlendiren sözleşmeden vazgeçilmesidir. Toplumsal cinsiyet eşitliği ile bağdaşmayan bir bakışın, kadınların karşı karşıya olduğu toplumsal sorunlara çözüm üretebileceğini iddia etmesi, konuyla ilgili başka bir çelişkili durumu ve kadına yönelik şiddetin önlenmesine ilişkin iradedeki tutarsızlığı ortaya çıkarmaktadır. Hatırlatmak gerekir ki; aynı zamanda bir ayrımcılık biçimi olan şiddet pratiklerinin, bu şekilde ayrımcı bir zihniyetle, iddia edildiği gibi sıfır toleransla çözülmesi mümkün değildir.

9 Mart 2021 tarihinde 1280 sayılı kararla Kadına Yönelik Şiddetin Sebeplerinin Tüm Yönleriyle Araştırılarak Alınması Gereken Tedbirlerin Belirlenmesi Amacıyla Meclis Araştırması Komisyonu kurulmuştur. Kadına yönelik şiddet konusunda daha önceki dönemlerde de meclis araştırma komisyonlarının kurulmuş olması yasama organının bu konudaki siyasal denetim yetkisini canlı tuttuğunu göstermektedir.[3] Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Sözleşme’nin 70. maddesine göre TBMM’nin Sözleşme’nin uygulanmasının izlenmesinde bütünleyici rolü bulunmaktadır. Bu çerçevede fesih kararı, yasama organının şiddetin önlenmesine yönelik tedbirleri denetim iradesi ve yetkisiyle bağdaşmamaktadır. Bu karar aynı zamanda TBMM’nin görevini yerine getirmesinin engellenmesi anlamına gelmektedir.

İstanbul Sözleşmesi’yle kadınlara yönelik şiddetle ve ev içi şiddetle mücadele konusunda Sözleşme’nin uygulanmasını izleyecek uzmanlar grubu (GREVIO) oluşturulmuştur.  Bu uzmanların hazırladıkları ulusal raporların ilgili devletlerin yasama organlarına sunulması gerekmektedir. GREVIO, Türkiye hakkındaki raporunu 2018 yılının Ekim ayında yayınlamıştır. GREVIO’nun Türkiye raporunda aciliyeti konusunda vurgu yapılan hususlar arasında iç hukukta şiddete karşı etkili bir tutum gösterilmesi ve mağdurların şiddete yönelik verilen kurumsal cevaba güveninin sağlanması yer almaktadır. Raporda, şiddet biçimleri olan zorla evlendirme, ısrarlı takip gibi hususların kanuni düzenlemelerle önlenmesi; 15-18 yaş kız çocuklarına yönelik şiddete etkili çözüm bulunması salık verilmektedir.

Yürütme organınca bu raporun ivedi şekilde TBMM’ye sunulması gerekirken, Sözleşme’nin feshine karar verilmesi hem ulusal parlamenter denetimden hem de uluslararası hukuk denetiminden kaçmaya çalışmak anlamına gelmektedir. Fesih kararıyla bu yükümlülükler ve bu yükümlülüklerden doğan sorumluluk yok sayılmaktadır. Ancak böyle bir sorumluluktan kaçılması mümkün değildir. Bunu sağlamaya yönelik alınan ilgili karar, yürütme organının yetkisini Anayasa’ya ve kanunlara uygun olarak yerine getirmemesinden kaynaklanan sorumluluğunu gündeme getirebilecek niteliktedir.

3- Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nin feshine ilişkin cumhurbaşkanı kararı usul yönünden anayasal temelden yoksundur.

Sözleşme’den çekilme hususunda izlenen yol usuli açıdan da anayasaya aykırılıklar içermektedir. 6251 Sayılı Kanun ile usulüne göre onaylanarak yürürlüğe girmiş ve temel hak ve özgürlüklere ilişkin kanun hükmünde bir milletlerarası andlaşma olan Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Sözleşme’den çekilme işlemi, TBMM’nin çıkardığı bir kanun yerine usulde ve yetkide paralellik ilkesi gözetilmeksizin, yürütmenin tek taraflı bir işlemi olan Cumhurbaşkanı kararı ile gerçekleşmiştir. Anayasa’nın 90. maddesi uyarınca, hakkında anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi’ne dahi başvurulamayan kanun hükmünde bir işlemin, Cumhurbaşkanı kararı ile feshedilmesi bir hukuk garabetidir. Bu işleme dayanak olarak gösterilen 9 Numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 3. maddesi ise Anayasa’ya aykırı bir düzenlemedir. Anayasa’nın Cumhurbaşkanlığı kararnamelerine ilişkin 104. maddesinin 17. fıkrası Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile sadece yürütme alanına ilişkin bir düzenleme yapılabileceğini öngörmekte ve kararnamelerle temel hak ve özgürlüklere ilişkin bir düzenleme yapılmasını yasaklamaktadır.  Buna karşın ilgili kararname, temel hak ve özgürlüklere ilişkin münhasıran kanunla düzenlenmesi gereken bir konuyu içeren milletlerarası andlaşmaların dahi Türkiye Cumhuriyeti açısından feshedilmesi ya da sona erdirilmesi hususunu Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlemiş ve bu kararname Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Sözleşme’nin Türkiye açısından feshedilmesine dayanak oluşturmuştur. Dolayısıyla 3718 sayılı Karar ve onun dayanağı olarak gösterilen 9 Numaralı Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin 3.maddesi usuli açıdan da Anayasa’nın 90. ve 104. maddelerine aykırılık oluşturmaktadır.

Bununla birlikte insan haklarına ilişkin anayasal kazanımların, Anayasa’nın yasama organına tanıdığı düzenleme yetkisinin çerçevesini oluşturduğunu; bu kazanımları ortadan kaldıran, hak ve özgürlükleri güvencesizleştiren bir kanun düzenlemesinin de Anayasa’ya aykırı olacağının altını çizmek gerekmektedir. Yasama yetkisi bu bağlamda sınırsız değildir.

Sonuç olarak;

Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği olarak yukarıda belirtilen hususlar çerçevesinde 3718 sayılı kararın bir an önce kaldırılmasının, insan hakları alanındaki ve kadına yönelik şiddetle mücadeledeki devamlılığı sağlayacak, anayasa ve insan hakları hukukunun üstünlüğüne uygun bir çözüm olacağını belirtiriz.

Bu yönde bir siyasal irade ortaya çıkmadığı sürece, Türkiye’nin uluslararası ve ulusal yükümlülükleri olmak üzere çok sayıda hukuk normunu ihlal eden 3718 Sayılı Cumhurbaşkanı kararına karşı yargısal yollara başvurmak mümkündür. 2575 Sayılı Kanun’un 24. maddesinin 1. fıkrası uyarınca Danıştay’da açılacak iptal davası için Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan 42 milyon kadın başta olmak üzere, Sözleşme’nin koruma altına aldığı kadına karşı şiddet ve ev içi şiddetin önlenmesi imkânından mahrum kalacak herkesin dava açma ehliyeti bulunmaktadır. Bundan sonra, Sözleşme’nin ve onu somutlaştıran 6284 sayılı Kanun’nun koruması altında olan öznelere yönelik tüm şiddet eylemleri ile 3718 sayılı karar arasındaki nedensellik bağı kurulmuş sayılmalıdır. Bu da şüphesiz şiddetin önlenmesine ilişkin Anayasa’nın özellikle 5. maddesinden doğan devletin pozitif yükümlülüklerinin ihlal edildiğinin haklı gerekçesini oluşturacaktır.

Şiddeti ve ayrımcılığı körüklemek ve toplumsal kutuplaşmadan siyasal meşruiyet kazanmaya çalışmak,  demokratik bir hukuk devletinde kabul görmeyecek bir tutumdur. Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği olarak, toplumsal cinsiyet eşitliğine inanıyor ve şiddet ve ayrımcılığın anayasal eşit vatandaşlık ilkesinin önünde en büyük engel olduğunu düşünüyoruz. Anayasal özgürlükleri ihlal eden bu kararın ve bundan sonraki sürecin her zaman takipçisi olacağımızı saygılarımızla kamuoyuna bildiririz.

————————————————————————————–

[1] Örn. Z.A Başvurusu (2015/6302); E.2015/68; E. 2019/2.

[2] Cumhurbaşkanına bağlı olan İçişleri Bakanlığı’nın 4 Kasım 2020 tarihindeki aile içi ve kadına yönelik şiddetle mücadelenin kararlılıkla devam ettiğine ilişkin açıklaması, yürütme organı içindeki bir diğer çelişkili durumu göstermektedir. Bir yandan İçişleri Bakanlığı aracılığıyla aile içi ve kadına yönelik şiddetle mücadele devam ettirildiği belirtilirken, diğer yandan bu konudaki mücadeleyi destekleyen İstanbul Sözleşmesi’nin Cumhurbaşkanı’nca feshedilmesini anlamak mümkün değildir.

[3] Diğer dönemlerde kurulan araştırma komisyonları: 24. Yasama döneminin 5. yasama yılında 25 Kasım 2014 tarihinde 1077 sayılı kararla Kadına Yönelik Şiddetin Sebeplerinin Araştırılarak alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi; 22. Dönemin 3. yasama yılında 18 Mayıs 2005 tarihinde 849 sayılı kararla Töre ve Namus Cinayetleri ile Kadınlara ve Çocuklara Yönelik Şiddetin Sebeplerinin Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi; 20. yasama döneminin 3. yasama yılında 10 Mart 1998 tarihinde 535 sayılı kararla Kadının Statüsünün Araştırılarak Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesinin Yaşama Geçirilmesi İçin Alınması Gereken Tedbirleri Tespit Etmek Amacıyla Meclis Araştırması Komisyonu kurulmuştur.

ÜÇ MİLLETVEKİLİNİN TBMM ÜYELİKLERİNİN DÜŞÜRÜLMESİ KONUSUNDA ANAYASA MAHKEMESİNE ÇAĞRI 

ÜÇ MİLLETVEKİLİNİN TBMM ÜYELİKLERİNİN DÜŞÜRÜLMESİ KONUSUNDA

ANAYASA MAHKEMESİNE ÇAĞRI 

 

4 Haziran 2020 günü, üç milletvekili hakkında kesinleşen mahkûmiyet kararlarının TBMM Genel Kurulunda okunması sonucu bu vekillerin TBMM üyeliği Anayasa madde 84/2 çerçevesinde düşürülmüş ve vekiller hapse konulmak üzere evlerinden alınmışlardır. Bu süreç birçok açıdan Anayasa’ya aykırı bir şekilde cereyan etmiştir.

 

İlk olarak, TBMM üyelikleri düşürülen vekillerin yasama dokunulmazlığı 2016 yılında Anayasa’ya eklenen geçici 20. madde ile kaldırılmış olmasına rağmen, 24 Haziran 2018 seçimlerinde tekrar TBMM üyesi olan vekiller yeniden dokunulmazlık kazanmışlardır. Anayasa’nın “Tekrar seçilen milletvekili hakkında soruşturma ve kovuşturma, Meclisin yeniden dokunulmazlığını kaldırmasına bağlıdır” açık hükmüne rağmen, vekillerin dokunulmazlığının canlanmadığına karar verilerek yargılamalara devam edilmesi tartışmasız bir şekilde Anayasa’ya aykırıdır. Hatırlatmak gerekir ki, TBMM Başkanı Sn. Mustafa Şentop da, dokunulmazlıkları kaldırılmış olan vekillerin yeniden seçilmeleri durumunda tekrar dokunulmazlık kazanacaklarını beyan etmişti.

 

İkinci olarak, üç vekil hakkındaki kesinleşmiş mahkûmiyet kararları TBMM’ye uzun bir süre önce ulaşmış olmasına rağmen TBMM, Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru sürecinin tamamlanmasını bekleyerek söz konusu kararları Genel Kurula bildirmemiştir. Hukuk devleti ilkesinin bir gereği olan bu bekletmeden vazgeçilerek ilk mahkûmiyet kararının TBMM’ye iletilmesinden yaklaşık 18 ay sonra Genel Kurula bildirimde bulunulması birtakım soruları beraberinde getirmektedir. 18 ay boyunca beklenen Anayasa Mahkemesi kararı neden bir süre daha beklenmemiştir? Üç milletvekilinin TBMM üyeliklerinin baskın bir kararla 4 Haziran 2020 günü düşürülmesinde hangi gerekçeler etkili olmuştur? Anayasa uyarınca tamamen TBMM’nin yetkisinde ve takdirinde olan bu sürece Meclis dışından ve bilhassa Yürütmeden herhangi bir müdahalede bulunulmuş mudur? Bu soruların cevapları Meclis iradesine ve erkler ayrılığı ilkesine saygı bakımından hayati önemde olup, yukarıda dile getirilen Anayasa’ya aykırılıktan bağımsız olarak, yeni bir anayasallık sorunu gündeme getirebilecektir.

 

Üçüncü olarak, TBMM üyelikleri düşürülen vekillerin hapse konulmak üzere evlerinden alınmaları, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı yönünden, öteden beri süregelen sorunlu uygulamaların tekrarı niteliğindedir. Haklı bir gerekçe sunulmaksızın seçilmiş kişilere kendi iradeleriyle teslim olma imkânı tanımayan bu uygulama demokratik bir toplumun gerekleriyle bağdaşmamaktadır.

 

Başından beri Anayasa’ya aykırı bir şekilde işleyen bu süreçte hukuk devleti ilkesi büyük yara almıştır. Bu hukuk ve Anayasa krizi karşısında Anayasa Mahkemesine tarihsel bir görev düşmektedir. Mahkeme, Anayasa’nın üstünlüğüne dayalı demokratik bir hukuk devletinin gereklerini göz önüne alarak vekillere ilişkin kararını ivedi olarak vermelidir.

 

Anayasa Hukuku Uluslararası Derneği (AHUD) Türkiye’de Akademisyenlerin İhracını Kınamaktadır

7 Şubat 2017 günü Türkiye’de hükümet, bir olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamesi ilan etmiş ve olağan usule bağlı kalmaksızın 330 akademisyenin işine son vermiştir. Bu akademisyenlerin arasında Anayasa Hukuku Uluslararası Derneği (AHUD)  Yönetim Kurulu eski  üyesi, dünyaca ünlü anayasa hukukçusu, Türkiye İnsan Hakları Danışma Kurulu Eski Başkanı, İstanbul Barosu’na kayıtlı avukat, BirGün Gazetesi köşe yazarı, İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Eski Başkanı ve Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği Başkanı sıfatlarını taşıyan Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu da bulunmaktadır.

AHUD, Prof. Dr. Kaboğlu’nun meslekten hiçbir olağan usule uyulmaksızın ve 15 Temmuz 2016’da gerçekleşen darbe teşebbüsü ya da herhangi bir tür terör eylemiyle ilişkili hiçbir kanıta başvurulmaksızın meslekten ihraç edilmesini güçlü bir şekilde kınamaktadır. Hükümetin, bir komploya karşı gelmek amacıyla ortaya koymaya başladığı olağanüstü tedbirler, günümüzde karşıt görüşün bastırılması ile hak ve özgürlüklerin inkarı boyutuna kadar uzanmıştır. Bu baskı, hukuk sisteminin; akademisyenler, yargıçlar, savcılar ve hukuk mesleğinin diğer üyeleri de dahil olmak üzere tüm alanlarını etkilemektedir.

AHUD, dünyanın her yanından anayasa hukukçularının derneği olup, dünyadaki çeşitli anayasal sistemlerin karşılaştırmalı çalışmalar aracılığıyla akademik olarak daha iyi anlaşılmasını amaçlamaktadır. Derneğin amaçlarından biri, “Birleşmiş Milletler Şartı ve İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin amaçlarını gerçekleştirme yolunda çalışmak ve işbirliği yapmak”tır. Bunun yanında medeni, siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel hakların geliştirilmesi amacıyla tüm dünyada anayasa hukuku ile ilgilenen kişilerin aktivitelerini koordine etmek de derneğin amaçları arasındadır.

Bu amaçlar doğrultusunda AHUD, Medeni ve Siyasal Haklar Söyleşmesi’nin ifade özgürlüğünü koruyan 19. maddesinde düzenlenen önemli haklara dikkat çekmek istemektedir. Aynı hak, Türkiye Anayasası’nın 26. maddesinde de yer almaktadır. Üstelik, Türkiye Anayasası’nın 27. maddesinde akademik özgürlük de açıkça şu şekilde korunmaktadır: “Herkes, bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahiptir.”

Akademisyenlerin iş güvenliği olmaksızın ve ihraç edilmeye dair sürekli bir tehdit altındayken akademik özgürlükten yararlanmaları mümkün değildir. Hükümet eylemlerinin sadece eleştirel olarak tartışılması meslekten ihraca sebep olduğunda, yukarıda bahsedilen haklar ciddi bir tehdit altına girer.

AHUD, Türk Hükümetini Prof. Dr. Kaboğlu ve olağan usul dışına çıkılarak meslekten ihraç edilen diğer akademisyenleri görevlerine geri döndürmeye davet etmektedir. AHUD, Türk Hükümetini yargı ve hukuk sisteminin bağımsızlığı ilkelerine saygı duymaya; demokrasi, anayasallık, temel haklar ve hukuk devletinin temellerini oluşturan değerlere yeniden bağlanmaya davet etmektedir.

AHUD Başkanı Prof. Dr. Manuel Cepeda Espinosa Bu açıklamaya dair röportajlar için manueljcepeda@gmail.com adresinden ulaşılabilir.

 

Metnin İngilizce ve Fransızcası İçin Tıklayınız

KAMUOYUNA DUYURULUR

IbrahimKaboglu7 Şubat 2017 gecesi geç saatlerde Resmi Gazete’de yayımlanan 686 sayılı Olağanüstü Hal Kanun Hükmünde Kararnamesi ile Türkiye’nin kıdemli ve saygın anayasa hukukçularından Dernek Başkanımız Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu kamu görevinden çıkarılan akademisyenler arasında yer aldı.

Prof. Dr. Kaboğlu ile birlikte akademik yaşamlarında bilimsel liyakat, akademik özgürlük ve özerklik ilkelerini benimsemiş, anayasal demokrasiye bağlılığı savunan ve terör, şiddet ya da bunların övgüsü ile ilişkilendirilemeyecek başka öğretim elemanlarının da aynı ağır yaptırıma tabi tutulmalarını derin bir kaygıyla gözlemliyoruz. Bu tür uygulamalar, hem Anayasa ve tarafı olduğumuz uluslararası insan hakları sözleşmeleri, hem de düşünce,  ifade, bilim ve sanat özgürlüğünün çoğulcu demokrasilerdeki asgari güvenceleri ile kesinlikle bağdaşmamaktadır.

Bilim insanlarının hukuka aykırı süreçler ve siyasal yorumlar temelinde ağır yaptırımlara tabi tutulması kabul edilemez. Söz konusu yaptırımlar, yalnızca ilgili kişilere yönelik yıkıcı etkiler yaratmakla sınırlı kalmamaktadır.  Kurumsal olarak üniversiteler ve ülkemizin bilim ve sanat özgürlüğünün potansiyeli ve geleceği üzerinde de telafisi imkansız kayıplar yaratmakta ve Cumhuriyetin nitelikleri arasında yer alan demokratik ve sosyal devlete zarar vermektedir.

Türkiye Büyük Millet Meclisini, hükümeti, üniversiteleri ve Yüksek Öğretim Kurulunu ülkemizde bilim insanlarına ve bilim ve sanat özgürlüğüne yönelik hukuka aykırı ve ağır hak ihlalleri yaratan uygulamaları sonlandırmak için göreve davet etmek kamusal sorumluluğumuzdur.

Kamuoyunun bilgilerine saygıyla sunarız.

 

Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği

Barış eylemine yapılan saldırının sorumluları cezalandırılsın!

Akademisyenlerden Anayasal Kurumlara Çağrı

Call from acedemics to the institutions that have the duty to implement the Constitution